Zihni Bir Kenara Bırakmak

– burçların etkisine inanıyorsun sanırım?

– yerinde bir soru. aslında o kadar inanmıyorum ama eğlenceli oluyor burç muhabbeti. burçların temel özellikleri tamam. ama o kadar detay burç tanımlarına baktığında bir noktadan sonra herkese zaten uyacak şeyler görüyorsun. ve doğduğu gibi kalmayıp tekamül eden bir insan burçsuzluğa – ya da tüm burçların toplamına ulaşır gibi geliyor bana. mavi doğan birinin beyaz olması gibi, ya da kırmızı birinin beyaz, ya da yeşil doğan birinin beyaz olması gibi.

– evet olabilir. ben oğlak özelliklerinden dahi bihaberim mesela. ama gezegenlerin konumuyla karakter özelliklerimin alakalı olması ihtimali pek aklıma yatmıyor.

– illa doğrudan bir etkisi olmasına gerek yok. mesela dondurma satışları ile denizde boğulma oranlarının da bir alakası yok. ama biri artınca diğeri de artar. sebep ise havanın ısınmasıdır. ama sen bunu bilmesen bile dondurma satışı arttığı zaman daha fazla cankurtaran koyabilirsin sahile.

– bayıldım bu örneğe

– bilimsel araştırmalar ve istatistikler de hep buna dayanır. hiçbir zaman X Y’ye yol açar denmez. X ile Y arasında pozitif (veya negatif) bir korelasyon var denir.

– evet ama iş burçlara gelince yine de yatmadı aklıma

– gözümüzle göremediğimiz ve bu çağdaki bilimin henüz bilemediği bir takım parametreler olabilir işin içinde. gezegenlerin yaydığı mikrodalgalardan tut, aslında bütün gezegenlerin içinde yüzmekte olduğu “dark matter”‘daki bazı dalgalanmalara kadar. aralarında doğrudan bir bağlantı olmasa bile, sistemimizdeki enerji dalgalanamaları (bizim gezegen pozisyonlarıyla ölçtüğümüz) belli zaman dilimlerinde belli frekanslara geliyor olabilir. o frekans dilimlerinde gelişen cenin’ler ise bebeğe dönüştüklerinde o etki altında o şekilde gelişiyor olabilirler. bunu şu anda uydurdum, 50 tane daha senaryo yazılabilir.

– hmm evet, o zaman şöyle diyeyim, somut kanıtlarıyla evet böyle bir şey olabilir dedirtecek örnekler görmüş olsam.. o zaman aklımın almadığı bir şeye bile evet algılayamadığım bir olay ama varolan bir şey diyebilirim. ama sanırım benim bahsettiğim, burç özellikleri. yani şimdi açıp baktım oğlak a pek bir fikrim yoktu.. burada yazan kişilik özelliklerinden bir çoğuna mutlaka sahip olacak insanlar ve bir kısmıyla ilgileri olmayacak ama bir şekilde herkese kendisine uyuyor gibi görünebilir. ama senaryonu da beğendim tek yönlü düşünmüyorsun.

– farkında olmadan öyle birşey söyledin ki… “somut kanıtlarıyla evet böyle bir şey olabilir dedirtecek örnekler görmüş olsam.. o zaman aklımın almadığı bir şeye bile evet algılayamadığım bir olay ama varolan bir şey diyebilirim”. zihni bir kenara bırakmaktan bahsediyorduk ya… sana bir soru soracağım. birşeyi algılamak için mutlaka zihne oturması gerektiğini bize ne zaman öğrettiler? Ve zihnin gerçekliğe dair herşeyi çözebileceği / ya da gerçekliğin zihnin çözebildiği şeyler olduğunu bize kim ne zaman öğretti?

– sanırım baştan beri buna koşullandık

– ben de böyle düşünüyorum. o yüzden zihin dışındaki bütün yetilerimiz zayıflamış olmalı öyle değil mi; kullanılmayan kasların zayıflaması gibi?

– evet mantıklı görünüyor. zihin dışındaki yetilerimiz, farkında olduğumuz şeyler mi farkında olmadığımız yetiler mi,

– farkında olmadığımız; ya da farkında olsak da yeterince dikkat etmediğimiz diyelim.

– misal?

– bunu doğrudan söyleyebilecek olsam zaten söylerdim. “misal” diyerek zihnin algoritmalarının ağzını açıyorsun. Ama; kelimelerin arasındaki boşlukları okursan şöyle birşey söyleyebilirim. insan birşeyin doğru veya yanlış olduğuna nasıl karar verir?

– bu bile insandan insana değişir. toplum, ahlak olabileceği gibi akıl, tecrübe, his bir çok etken var. kimisine göre din…

– toplum = zihin, düşünerek karar veriyor. akıl = zihin. tecrübe = zihin. din = zihin (kitapta böyle yazıyor diye düşünüyorsun çünkü ortalama biri olarak). peki his?

– eveeet güzel

– işte ilk adım… peki ama hislerimizin her zaman doğru söylediğini nasıl bilebiliriz? içimizden gelen ses zaaflarımızdan, bağımlılıklarımızdan, alışkanlıklarımızdan, vs vs etkilenmiyor mudur “bu doğru” derken?

– bilemeyiz, etkileniyordur da bilinçaltında kalıp su yüzüne çıkmayan şeyler oldugu için his diye tanımlıyoruzdur muhtemelen.

– bilinçaltı devredeyse zihin devrededir doğru söylüyorsun. zihni bir kenara bırakmak derken ne demek istediğimi bir adım daha iyi ifade edebildim sanırım. yine de insanın kendini saflaştırması da gerekir. yediği içtiğinden tut, maddi manevi bağımlılıklarına kadar birçok şey üzerinde çalışması gerekir. ancak temiz bir “gönül”, olayların temiz veya kirli olduğuna karar verebilir. sufiler, buna “aynayı parlatmak” der – en azından bunun anlamlarından biri budur. eğer aynayı temizleyip parlatırsan, herşeyi dosdoğru yansıtır. zihin temizlenmesi gereken şeylerden biri ve muhtemelen en zorudur çünkü parazit yapar sürekli. zihnin etkisi olmadan, temizlenmiş bir iç göz ile bir olaya bakabilmek, o olayın temiz olup olmadığını söyleyebilmek anlamına gelir. o zaman tüm cevaplar ortadadır zaten… tabii zihnin oyun oynadığı integralli algoritmalı sorulardan bahsetmiyorum, insanın özü ve gerçekliğe ait sorulardan bahsediyorum. ama onlara “soru” demek de doğru değil çünkü kelimelerle sorulamazlar, kelimelerle de cevaplanamazlar. ve hepsi aslında tek bir soru, ve tek bir cevaptır. soruyu anlamak cevabı da anlamak anlamına gelir ama doğrudan ifade edilemez. kelimeler zihnin araçlarıdır çünkü, ruhun değil (ruh – bunun yerine başka bir kelime de koyabilirsin). bu düzeye erişmeye sufiler ermişlik, budistler nirvana, hıristiyanlar azizlik diyorlar, tao’cular zen diyor, japonlar satori diyor, herkes farklı sembol ve kelimelerle aynı şeyi tarif ediyor. ama edemiyor aslında zira tarif zihin içindir. zen ustalarının koan’ları vardır. ormanda yere düşen bir ağacın ses çıkarıp çıkarmayacağı, ya da tek eli çırparak bir ses çıkarılıp çıkarılamayacağı gibi sorular veya bu tatta hikayelerdir. bunlar zihni yorar yorar yorar yorar; bir nokta gelir, bir an için bile olsa zihne dışarıdan bakar öğrenci. o zaman zihin olmadığını kavrar ve ilk kez ötesini hisseder. bu olabilecek yollardan biridir tabii… ve bunlar sana ne kadar anlam ifade ediyor bilmiyorum çünkü doğrudan ifade edilemeyen birşey hakkında ilham oluşturmaya çalışıyorum sadece…

– daha iyi anlıyorum.

– bu aslında kumdan yapılmış kalelerin arkasındaki kumları bir anda deneyimlemek, ya da denizde yüzen buzdan bir bardağın bir anda denizle bir olduğunu idrak etmesi gibi birşey olabilir. o andan itibaren kendisinin aslında deniz (su), denizin de aslında kendisi olduğunu idrak eder. ve onun yaptığı herşey denizin yaptığı şeylerdir o andan itibaren, ve denizin yaptığı herşey de onun yaptığı şeylerdir. terminatör 2’deki sıvı robotu düşün; her bir zerresi aynı şekilde ve aynı bilinçle hareket ediyor idi. ne var ki; bize empoze edilmiş şartlanmalar ve edindiğimiz kirler “aynamızı kirletir”. denizi tam yansıtayamayız, bizim hareketlerimiz denizi eksik ve kirli bir şekilde ifade eder, tam olarak deniz değilizdir. insan temizlendikçe, yeşil beyaza dönüştükçe, denizin tam bir ifadesi olmaya doğru adım adım ilerler ve bütün bunların zihin ile hiçbir ilgisi yoktur. temizlenmeye başlayan bir insan, “gördüklerini” zihinden ziyade iç gözü ile değerlendirir. buna sufiler gönül gözü, budistler üçüncü göz, vs derler. ve iç göz doğrudan deniz ise; ya da diğer örnekte olduğu gibi temiz bir ayna ise, yansıyanlar da doğru olacaktır. neyin temiz, neyin kirli olduğunu fark etmek için zihne ihtiyaç olmayacaktır. “his” saf olacaktır. bu kadar zamandır konuşuyorum, ama hala “o”ndan ziyade gölgelerinden bahsettiğimi hissediyorum. ne yazık ki kelimelerimin gücü bu kadar…

– ama anladım bu kez oldu, ve çok hızlı düşünüyosun! bu yazdıklarının hepsi daha önce yapılmış çıkarımlar mıydı ama, bana hızlı göründü. bana göre hızlı diyeyim…

– bu yazdıklarım zihinsel çıkarımlar değil çoğunlukla, ne geliyorsa yazdım.
ama hala hiçbirşey yazamadım. işte kelimeler bitiyor orada deneyim gerekiyor – tecrübe anlamında değil, deneyimlemek anlamında…

– evet anlıyorum… peki bu durumda bir yerde ruh dedin ve ruh yerine başka kelime koyabilirsin dedin. ve söylediklerin çoğunlukla beden-ruh kavramını çağrıştırdı.

– ruh kelimesini “zihnin görünmeyen alternatif enerji bedeni” anlamında kullanmadım. hani aura, vs gibi değil. “ben” dediğinde kastettiğin en derin birim olarak kastettim – ki ona “ben” değil “biz” demek daha uygun sanırım. bu son yazdığım şey sanırım en güçlü cümlem oldu şimdiye kadar. biliyorsun, ortadoğu kökenli dinlerde tanrının insana kendi ruhundan üflediğinden bahseder. bu sembolün arkasını biraz kazımak lazım. zira; sonsuz sadece bir tane olabilir değil mi? mesela sonsuz armut var dersen armuttan başka hiçbir şey olmamalı?

– evet sanırım

– eh; tanrı sonsuz ise, o halde tanrı’nın varlığından başka hiçbir şey olmaması lazım. olan birşey varsa da, tanrı’ya kıyasla izafi olsa gerek.

– burada tanrının varlığını kabul ettik

– şimdilik edelim dur; tanrı çok “overused” bir kelime

– peki

– şöyle bak olaya… herhangi bir a4 kağıt alıp oraya sonsuz sayıda üçgen çizilebileceğini söyleyebilirim. neden? çünkü benim boyutuma, benim gerçekliğime göre kağıttaki 2 boyutlu üçgen izafidir. tanrı’nın mutlak gerçekliğine göre ise, başka herşey izafi olsa gerek zira sonsuz bir tane olabilir bunu söyledik az önce. peki…. şimdiye kadar hep zihni kullandık. şimdi bir adım ileri gidelim. tanrı insana kendi ruhundan üflüyor ise, o halde insanın bir yerlerinde tanrı’nın mutlak varlığının bir yansıması olsa gerek? denizden alınmış bir bardak su gibi… o bir bardak su sonradan karışan (izafi) tortulardan arındırılırsa, o suyun bütün hareketleri denizin hareketleri, denizin bütün hareketleri ise suyun hareketi olacaktır. sıcak yüzünden deniz buharlaşırsa o bir bardak su da buharlaşacak, yağmur yağıp deniz yükseldiğinde o bir bardak su da yükselecek, ayın çekimi yüzünden denizler yükseldiğinde o bir bardak su da kendi çapında yükselecektir. bu durumda; saf hale gelmiş o suyun “ben” diyecek bir durumu kalır mı? kalmaz… deniz ile birlikte “biz” demesi daha uygun olacaktır. şimdi eğer istiyorsan, tanrı ve ruh kelimelerini başka kelimelerle değiştirebilirsin… özellikle “tanrı” kelimesi ile kendi yarattığı bulutlarda oturup bizi izleyen bir dedeyi kastediyorsan…

– hmm evet bunlar tanıdık geldi

– peki, sana bir sorum var… bütün zihni, felsefeyi, herşeyi bir kenara bırak. tuzak bir soru değil, çok samimi bir soru soracağım. tanrı’ya inanıyor musun?

– hayır

– peki, inanmadığın tanrı’yı anlatır mısın?

– şöyle diyeyim, inanmıyorum diyorum çünkü inanıyorum diyemiyorum. ama hiç bir zaman emin olabileceğimi düşünmüyorum. inanmadığım tanrı kitaplarda yazan dinlerin bahsettiği tanrı – ama öyle olmak zorunda değil.

– sen bir agnostic sayılabilirsin bu durumda. Peki, kitaplarda yazan dinlerin bahsettiği tanrıyı anlatır mısın özetle?

– hmm bi kere egoist geliyor bana

– egoist olarak tarif edildiği için mi inanmıyorsun tanrı’ya?

– hayır neden inanmadığımı ayrıca anlatmam gerekebilir. şöyle ki; tanrı inancı olan bir ailede yetişmedim. ama bana ne var dendi ne yok. yani yok kızım böyle saçma şeyler de demediler, var diyip bir dini benimsetmeye de çalışmadılar. ama neticede bu sebepten inanmadığımı söyleyebilirim.

– sana empoze edilmediği için mi yani? ama inanmadığın tanrıyı tarif etmedin henüz. yani tanrı nasıl birşey olmalı ki sana inanılmaz geliyor?

– bana ne kadar subjektik olmaya çalışsalar da olamayarak, anlayabileceğim seviyeye indirerek kendi fikirlerini anlattılar tabi. sonuçta tanrıya inanabilirdim ama müslüman olmak çok zordu benim için diyelim. inanmadığım tanrı, bu kitapları peygamberi yollayan, cennet ve cehennem kavramlarına inanmamızı bekleyen, ona bağlılığımızı isteyen, bunun yanında, çoğu insanlığın yararına görünse de artık zamana uymayan kuralları olan bir güç diyelim.

– peki… sana çok kısa bir sorum daha var. kutsal kitapları okudun mu?

– eveet bunu bekliyordum. incil ve kuranı okumaya çalıştım ama olmadı

– o halde; kitapların gerçekte ne yazdığını bilmiyorsun. ve inanmadığın tanrı kavramı; aslında bir yerde kulaktan dolma bir tanrı…

– evet doğru. ama yorumları okusam da aynı yere çıkacağımı tahmin ediyorum.

– “tahmin ediyorsun”… kulağından dolanların etkisi altında okursan öyle olacaktır muhtemelen… sana kendi okuduğum ufak ama önemli bir detaydan bahsetmek istiyorum. kuran’da şuna benzer bir ifade vardır: “biz bütün insan topluluklarına mutlaka bir uyarıcı gönderdik”. o halde; ortadoğu dinlerinin ötesinde (söyledikleri sonradan yozlaşmış mıdır bilemem ama) dünyanın değişik değişik yerlerine birçok değişik uyarıcı gitmiş olsa gerek. Bu arada “ortadoğu dinleri” demek bana saçma geldi çünkü tanrı tek ise din de tektir – ama sen anladın ne demek istediğimi… o halde; bu durumda kuranın bir zahir (açık) bir de batın (gizli) anlamı olduğu bilgisini de hesaba katacak olursak, kutsal kitaplarda okuduğumuz şeylerin önemli bir kısmının bir gerçekliği anlatmak için kullanılan semboller olduğu gerçeğiyle karşı karşıya geliriz. ki bu kutsal kitaplarda da yazar – “the lord speaks in parables” şeklinde… bu durumda; belki de doğrudan kelimelere odaklanıp zihinle okumak yerine, kelimeler arasındaki boşluklara odaklanıp kalp ile okumak daha farklı açılımlar yaratabilir. en azından bunun bir olasılık olduğunu yadsımak sanırım çok zor. bu da bizi şuraya götürüyor: eğer zihinle okuyup, sadece şekle ve sembollere takılırsak, sonsuz ve sınırsız olduğu söylenen bir gücü birkaç sembole indirgemiş olacağımız için inanılması güç bir hale gelecektir. oysa sembolleri sadece ilham gibi kullanıp, aralarındaki boşluklara bakmak farklı bir gözle anlamaya götürebilir insanı. aynen “şaşı bak şaşır” gibi… ilk baktığında bir sürü kedi deseni görürsün yan yana. oysa düzgün (daha doğrusu şaşı) bir şekilde bakabilirsen, kediler birbiri içine geçip kaybolur ve karşına belki de bir palmiye ağacı çıkar. düz bakan biri ise “manyak mısın, orada kedi var başka birşey yok, ağacı da nereden çıkarttın, inanmıyorum ben ağaca mağaca” diyecektir…

– kulaklarım çınladı

– ne yazık ki durum şu… zihinle okuyup zihinle sadece semboller ve şekil üzerine odaklananlar, muhtemelen iyi niyetle, yine kelimeleri kullanıp şekiller üzerine konuşup yazıp duruyorlar. bunun ötesine geçebilenler ise hiçbir şey yazamıyor çünkü kelimelerin gücü bitiyor. o yüzden, “piyasada” insanların kulaklarını dolduran tanrı, din gibi kavramlar ile gönülden bakıp “biz” olabilmiş kişilerin yaşadıkları arasında çooooook fark var. “piyasadaki” gölgesi bile olamaz sanırım. işte zihin, işte gönül… mavi hap, kırmızı hap. mavi hapı yutmuş birinin “tanrı” diyerek kastettiği şey ile, kırmızı hapı yutmuş birinin “tanrı” diyerek kastettiği şey arasında çok büyük fark olacaktır.

– yani bir şey diyemiyorum bu konuda o kadar eksiğim ki… ama zihinle algılayıp şekillere takılanların algılayış biçimine doğru değil diyebilir miyiz?

– henüz ilk adıma takılıp kalmış diyebiliriz sanırım. bir yerden başlamak lazım ve sembol & şekillerin aralarındaki boşlukları okumaya çalışmak da bence güzel bir adım olabilir.

– peki bunu aşan biri o adımları görmezden mi gelecek?

– bu soruna ancak kendi deneyimim çerçevesinde cevap verebilirim; zira benden daha ileri level’ları eksik görüyor olabilirim. ben şunu deneyimledim: sembol ve şekiller, “onlardan ibaret” olarak görmediğim sürece yanlış birşey içermiyor. Hatta onları uygulamak ve izlemek, “aynayı temizliyor” diyebilirim – ama; birer sembol ve şekil olduğunu unutmamak kaydıyla. tekrar hatırlatayım: eğer tanrı, kutsal kitapta söylediği gibi her insan topluluğuna ayrı ayrı uyarıcılar yolladıysa, şekiller, semboller ve uygulamaların “tek bir doğrusu” olmasa gerek. burada tecrümelerin ve adetlerin gerçek dil ve gerçekten ifade edilen şeylerle karıştırılması da çok büyük bir handikap şekilsellik adına. mesela kuran’ın arapça orijinalinde “namaz” diye bir kelime geçmez bunu biliyor muydun? kullanılan kelime “salat“tır – bu da tanrı’yı anmak, selamlamak anlamına gelir. ama bugün okuyacağın türkçe kuran’ların büyük bir kısmında “namaz” diye çevrilmiştir.

– bilmiyordum namaz olayını gerçekten

– şimdi ben demiyorum ki namaz kılınması şart değildir ya da belli bir şekilde kılınması şarttır – bunu sadece bir örnek olarak verdim. ama hz. ibrahim’den beri süregelen bir ortadoğu dini var ortada – musevilik, hıristiyanlık, ve islam diye devam eden ortadoğu insan topluluğuna gönderilmiş bir din… şimdi amerikan yerlilerini düşün. onlara da salat‘ın şekli tam birebir abdest, sonra rüku, sonra secde olarak mı gitmiştir onlara gönderilen uyarıcı üzerinden? bunun cevabını bilmiyorum – ama düşünmeye değecek bir nokta. buda’nın söyledikleri ile mevlana’nın söyledikleri arasında büyük paralellikler var, ve geçirdikleri süreçler arasında da… peki buda’nın meditasyonu da bir salat olabilir mi? bunun da cevabını bilmiyorum – ama düşünmeye değecek bir nokta. bak, şekil nasıl ufaktan erimeye başladı fark ediyor musun? ama bu namaz‘ı önemsiz ya da kapsam dışı mı bıraktı? Hayır… sadece şekli ufaktan şeffaf hale getirdi; arkasında başka birşey olabilirmiş demek ki…
bunlar tabii sadece yaprak kıpırtıları, daha rüzgar değil. şimdi hep islam’dan bahsettik çünkü konu oraya geldi; sanma ki niyetim misyonerlik yapmak.
ancak; deneyim söz konusu olunca; tanrı, dünya, islam, hıristiyanlık, şekil, öz gibi kavramlar arasındaki çizgiler erimeye başlıyor. o yüzden birşeyi öne çıkartırken diğerini de çıkartıyor; ya da bir şeyden bahsederken diğerinden de bahsediyor gibi oluyor olabilirim. Ancak hissettiğim şey şu ki, zihni bir kenara bırakıp ötesine bir adım atmak ile ne demek istediğimi biraz olsun ifade edebilmiş olabildim.

– evet anladığımı düşünüyorum olabildiği kadar… olabildiği kadar diyorum çünkü gerisi benim bilgi eksikliğimden de kaynaklanıyor.

– bu arada, tahmin etmişsindir ama yine de söylersem daha çok rahat edeceğim. benim günlük hayatım, “dinci” diyeceğin tipte insanların günlük hayatları gibi değil. benim yakın arkadaşlarım bile bilmezler genelde bu konularda düşünüp birşeyler deneyimlediğimi. yani sanma ki böyle sakal takke bir hayatım var.

– yok aklıma hiç gelmedi öyle. seninki daha bir tasavvufi görünüyor. ama dinin şu an pratikte kabul gören hali hakkında ne düşünüyorsun merak ettim.

– eh; tasavvufi de, budist de, zen de, aziz de, hepsi aynı şey bence. soruna cevap vereyim. islamda put yasaktır biliyorsun. ama put nedir bunu biliyor musun? heykel mi sadece? aslında putlar, eski inanışlarda insanların saygı duyduğu bazı güçlerin sembolleri (şekilleri) olarak dikilmiştir. ve o zamanki insanlar putun önünde taparak aslında o esas güce olan saygılarını ifade ediyorlardı. yani taşın kendisine değil, ifade ettiği şeye… şekle değil, öze… buna doğru veya yanlış demiyorum ama tabii zaman içinde anlamlar gittikçe incelerek aktarıldığı için, kafası daha az çalışan bazı insanların doğrudan taşa taptığını, daha çok çalışan zalim bazı insanların ise bu işten çıkar sağladığını varsayabiliriz en azından… kuran putu kesinlikle yasaklar biliyorsun. peki ama; sen taşların yerine mürekkep ve kağıdı koysan, ve arkasındaki anlamı hiç düşünmeden sadece şekli yerine getirsen, bu yapabileceğin en iyi şey midir? “puta tapmakla aynı şey” demeye dilim varmıyor tabii, öyle düşünmüyorum… ama şekle bağlı kalmak, insanın yapabileceğinin en iyisi değil diye düşünüyorum. bu açıdan; mesela namaz kılan, oruç tutan, zekat veren biri sürekli yalan söyleyip eşini aldatıyorsa, ne bileyim, sağa sola kazık atıyorsa, dünya hırslarından dolayı ruhunu çürüttüyse (ruh lafın gelişi burada), kitapta yazan şekli bile tam yapamamış demektir. ama diyelim ki onları da tam yaptı. işte bak; burada iki şey söyleyeceğim. birincisi şu: arkasındaki sırlara vakıf olmuş biri de aynı şekilleri yerine getirmeye devam edecektir çünkü şekilde yanlış olan birşey yok – sadece; onların şekil ve sembol olduğunu unutmamak gerekir. ve verilen emirlerin, insanın anlayamayacağı ve öngöremeyeceği sebepleri olabileceğini… ikincisi ise şu: kuran’daki “şekiller” düzenli bir şekilde uygulandığı zaman, insanın aynasını temizlemeye doğru götürecektir. bunun sebebini sorma, çünkü mantıklı bir cevap veremem, sadece öyle işte. bu cevabı ancak “deneyim”imden verebiliyorum kelimelerimle değil. ağır yemek kirlidir, hafif yemek ise temizdir misal olarak. oruç ise; iradeyi arttırmak, bedeni zayıflatmak, bedene dışarıdan bakıp o olmadığını deneyimlemek, ruhi iradenin hayvansal iradeye galip gelmesi gibi sayamayacağım kadar çok fayda getirir. mesela bu bir örnek… bilmeden oruç tutan biri de bunların bir kısmından faydalanacaktır. ama olaya iç gözüyle bakabilen biri için oruçtan muhafiyet diye birşey olmaz. o yine oruç tutar, hatta muhtemelen daha kolay tutar ve daha fazla istifade eder. Ama; amerikan yerlilerinde oruç var mıydı acaba? Yoksa onlara gelen uyarıcı aynı sonuca götürecek başka bir şekil mi getirmiştir? Düşünmeye değer… Ama hangi din veya inanışa bakarsan bak; belli bir düzeye gelmiş kişilerin az ve hafif yediğini göreceksin. işte bu ortak nokta da şeklin arkasında bir sebep yattığını gösterebilir. bana sorarsan bu yemek konusunu; az yemek gerçekten de çok daha temiz bir hale getiriyor insanı. ama neden – bunun kelimelerle ifadesi yok deneyim lazım.

– çok ilginç, değişik geldi bu fikirler…

– şimdi yazmayı neden bıraktığımı görebiliyorsundur sanırım. saatlerdir konuşuyoruz sanırım ve ben hala etrafına geziyorum, esas söylenmesi gerekenleri söyleyemiyorum çünkü söylenemiyorlar. ki benim etim ne budum ne, haşa…

– ama beynimde bir şeyler canlandı, söylenmesi gerekenleri de benim düşünmem gerekiyor bu noktada… ben henuz zihnimi bırakamıyorum kenara, bunun fikirini yeni anlayabildim dur bakalım.

– acele etme, shanti shanti… şunu da unutma: ben tamamen saçmalıyor da olabilirim. mutlak doğruyu bildiğimi iddia edemem, bu “çok şımarıkça olurdu” .

– olabilirsin ama bana çoğu şeyden daha iyi göründü en azından düşünmeye değer. varmak istediğin yere iyi yönlendiriyorsun – yani sorularınla…

– itiraf etmek gerekirse, bunun eğitimini aldık doktorada. ne var ki; ben karşımdakini belli bir fikre saplamamaya ve “bak bu da olabilir, sırf benim dediğim değil bunlar da var” vizyonunu korumaya çalışırım mümkün mertebe.


Posted

in

by

Tags:

Comments

Leave a comment